Hz. Mevlana’nın Gözünden Aşk Nedir?
Mesnevi neden “dinle” ile başlar? Mesnevi hangi bahisleri işler? Tasavvufta “ney” neyi söz eder? Hz. Mevlânâ’ya nazaran aşk nedir? Hz. Mevlânâ’ya nazaran aşkın ve sevginin değeri.

Mesnevi neden “dinle” ile başlar? Mesnevi hangi bahisleri işler? Tasavvufta “ney” neyi söz eder? Hz. Mevlânâ’ya nazaran aşk nedir? Hz. Mevlânâ’ya nazaran aşkın ve sevginin değeri.
“Aşk olsun! Aşkınız cemâl olsun! Cemâliniz nûr olsun! Nûrunuz ayn olsun!”
Yazımıza, Hazret-i Mevlânâ’nın selâm duâsıyla başlamayı, büyük tasavvuf üstâdına vefâ sayarız. Hazret-i Mevlânâ, bir aşk adamıydı. Şu içinde bulunduğumuz Aralık ayında O hoş velîyi anmayı, gönlümüzün borcu addediyoruz. O zât-ı saygıdeğer; insanı, eşyayı, varlıkları, kâinâtı, yani âlemi gönül penceresinden seyreder ve değerlendirirdi. Fikirleri, fikirleri, görüşleri; “sevgi” ve “aşk” odaklıydı. Varlıkların oluşmasını, Ay’ın doğuşunu, Güneş’in batışını, Dünya’nın dönüşünü o daima “sevgi” ve “aşk” düzleminde anlatırdı. Kötülük ve çirkinliklerin kaynağının “sevgisizlik ve aşksızlık” olduğunu vurgulardı.
Onun her insanın mayasına, mâhiyetine, hülasa “özüne” derin bir hürmeti olduğundan, her cenahtan, her devranda pek çok seveni ve müntesibi vardır. Kendinden sonra fikir ve görüşleri, yaşayış biçimleri sistematize edilerek tasavvuf deryâsının “Mevlevîlik” kolu ortaya çıktı. Mevlevîlik, derin bir medeniyet ve hâl yansımasıdır. Bu yoldan; pek çok ilim, sanat, edebiyat ve siyaset adamı mayalanmış, böylelikle Mevlevî dergâhlarında çok değerli beşerler yetişmiştir.
MEVNEVİ’NİN KONUSU VE ÖZELLİKLERİ
Mevlânâ Hazretleri’nin en meşhur yapıtı olan “Mesnevî”, kendi içinde kâfiyeleri bulunan bir şiir çeşidi olup 26 bin beyitten meydana gelmiştir. Tamamı 6 cilttir; 2 yıl orta verilerek 9 yılda bitirilmiştir. İlim erbabı tarafından Mesnevî, Kur’ân’ın tasavvufî tefsiri olarak vasıflandırılır, hakikate ulaşma kitabı olarak tâbir edilir. İçinde 270 öykü ve kıssa, şiir lisanıyla sözlendirilmiştir. Bunlar anlatılırken âyet ve hadislerden istifade edilmiştir.
Mesnevî’de en can alıcı, vurucu iletiler, kıssalardan sonra gelir. Hazret-i Mevlânâ, yapıtlarında müşahhastan/somuttan mücerrede/soyuta iner; daha çok derûnî kavramları ele alır, incelikleriyle işler. İşlediği mevzular; akıl, ruh, kalp, aşk üzere konulardır. Onun gâyesi; insanın mâlâyânîden, mâsivâdan arınıp yücelmesidir.
Mesnevî’de insanların etraflarında şâhit oldukları hâdiselerin hikmet tarafı nazara verilir. Bunun için birtakım müşahhas misaller, sembol olarak kullanır. Meselâ; horoz “şehvet”i, tâvus “makâm”ı, karga “tûl-i emel”i yani çok istek ve doymazlığı temsil eder.
Hazret-i Mevlânâ, insanı her safhada pahalandıran büyük bir gönül eğitimcisidir. İnsanı anlamadan hiçbir şeyi anlayamazsınız. Üstad; “İnsanın iç dünyâsında sonsuza açılan bir yanı yoksa o gönül haraptır.” der.
Deizm Nasıl Bir İnançtır? Deistler Neye İnanır?
Mesnevî, bencillikten sıyrılıp benliğinden geçenlerin gönül cennetidir. Şurası bilinen bir hakikattir ki, dînin temeli, aziz Allah -celle celâlühû-’ya îmandır. Îmânı kuru kuruya değil de aşk boyutunda yaşamak için “aşkın kitabı” olan “Mesnevî”yi okumak gerekir.
“Ben canım tende olduğu müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim. Ben seçilmiş Muhammed Mustafâ’nın yolunun toprağıyım.” diyen Mevlânâ Hazretleri, tam bir Kur’ân ve Peygamber âşığıdır. O aziz Kur’ân’dan özümsediği ilhamlarla, muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah ile coşan bir aşk çağlayanıdır.
Âlimler, Kur’ân ile Mesnevî’yi gül bahçesi ile gül yağına benzetmişlerdir. Hazret, gül bahçesi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’dan gül yağı çıkarmıştır. Gül bahçesindeki güllerin sayısız rengi ve âhengi, Mesnevî’ye yansır.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, “İkra’: Oku!” diye inmiştir. Aşk kitabı olan Mesnevî, “Bişnev: Dinle!” diye yazılmıştır.
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, “Oku!” denince Âlemlerin Güneşi, “Neyi okuyacaktır?” O -aleyhissalâtü vesselâm-, kâinat kitabını okuyacaktır. Lakin insan, evvel kendini okumalıdır. Çünkü kendini bilmeyen Rabbini bilemez.
MESNEVİ NEDEN “DİNLE” İLE BAŞLAR?
Mesnevî’de ise; “Dinle!” deniyor. “Neyi dinle?” Kâinâtın sesini, Kur’ân’ın hitâbını, Peygamber’e vahyi dinle!.. “Dinlemek” tasavvufta değerli bir kuraldır. Söyleyen değil, dinleyen öğrenir. Kulak, ilmin giriş kapısıdır. Büyükler dinlemenin ehemmiyetini belirtmek için, “Sen çocuğuna susmayı öğret, o nasıl olsa konuşmayı öğrenecektir!” derler. Ayrıyeten dinlenenler sadra kaydedilir, okunup yazılanlar ise satırlara kaydedilir. Satırlardakiler, dijital kayıtlar silinebilir, lakin sadırdakiler silinmez, kalıcıdır.
İnsan, hayatı okuma ve dinleme hâlindeyken; düzgün bir kamıştan yapılmış, içinden enfes sesler ve nağmeler çıkan “ney”i dinlemelidir. O “ney”, alelâde bir müzik âleti değildir.
Ney, içli ve sıcak iniltileri olan, daima ayrılığı ve hüznü hatırlatan bir gönül telidir. “Ney”in aslı; içi boşaltılmış ve ana yurdundan koparılmış, gurbet diyarlarında bulunan bir kamıştır. İçi dolu olsa, ondan ney olmaz, olması için içinin kesinlikle boşaltılması zorunludur. Buradan bir benzetme yapılarak; “İnsanın da içi mâsivâdan, maddî zevklerden boşaltılmadıkça, arındırılmadıkça ilâhî tecellîlere muhâtap olamaz.” hakikati ortaya çıkar.
TASAVVUFTA “NEY” NEYİ TABİR EDER?
Tasavvufta “ney”; nefsini aşmış, mâsivâdan sıyrılmış, ulu bir gönülle, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etme mertebesinde olan kâmil insanı, yani Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı ve O’nun vârisleri olan âlimleri, mürşid-i kâmilleri temsil eder. Öbür bir deyişle, ney gönle, kamış ise gönül âlemine benzetilir.
“Ney”in çıkardığı ses, “aşkın sesi”dir. Neydeki nefes, “Ben insana kendi rûhumdan üfledim.” (Sâd, 72) âyeti mûcibince, temsilî olarak Hakk’ın nefesidir. Buradan hareketle Hakk’ın nefesi ile dolan kâmil beşerler (mürşid-i kâmiller); tıpkı ney üzere gönül sevdâlarını, yürek nağmelerini müntesiplerin gönlüne üflerler. Elbette ki rûhundan üfleyen Hak Teâlâ Hazretleri olursa, o kul da en yanlışsız ve en hoş nağmelerle seslenir. O lakin Rabbin buyrukları doğrultusunda davranışlar icrâ eder. Bu hâl, tasavvuftaki; “Râdıyeten mardıyye” (el-Fecr, 28) (Kulun Allah’tan, Allâh’ın da kuldan râzı olma) mertebesidir. İşte ney, bu istikametiyle Hakk’ın sesidir.
Deizm Nasıl Bir İnançtır? Deistler Neye İnanır?
Mesnevî’den herkes kabiliyeti kadar nasiplenir. O da lakin Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu iledir. Bu konuda Hazret-i Mevlânâ şöyle der:
“Bedenle can, iç içedir, birbirinden gizli değildir; ama bedende o cânı görecek kabiliyet yoktur.”
Burada “can”dan gaye; “Allah Teâlâ’nın ikrâm ettiği rûh”tur. Ve gayb âlemindendir. Vücut, rûhun kalıbıdır. Ruh, hayâtiyetini vücut içerisinde sürdürür. İnsanı gerçek insan yapan, onun mânâ âleminin hoşluğudur. İnsanın mânâ âleminin kemâle ermesi, “ney”den enfüsî nağmeler çıkmasıyla olur. Âlemde var olan canlı-cansız her varlıkta, gerçek aşkın tezâhürleri bulunur. Her varlık, kendi kabiliyeti ölçüsünde, sonsuzluk âleminde “kemâle” gerçek aralık kateder. Son nokta ise, o varlığın mîrâcıdır. Topraktaki bitkiler yükselirler, en hoş yemişleri verirken kemâli yakalayıp mîrâca erişirler. İnsan da kendi varlığını Hakk’ın varlığı içerisinde eriterek mîrâca yükselir.
AKIL EN BÜYÜK NİMETTİR
Akıl, Cenâb-ı Hakk’ın Âdemoğluna bahşettiği en değerli hazinedir. Kutsal kararların muhâtabıdır. Fakat, akıl, yalnız başına mânevî sırları çözmeye yetmez. Hâdiselerin hikmet tarafını idrâk edemez. Mânevî tecellîler, ilâhî iletiler, akıldan üstün olan “aşk” ile kavranabilir. Hazret-i Mevlânâ’ya nazaran, “akıl, aşka kurban edilmeli” ki, gönül, mânevî sırlara âgâh olabilsin. Akılla mâneviyat deryâsına dalınmaz, oralara fakat gönülle gidilir. Akıl eğitilir, lakin gönül de eğitilir. Gönlü eğiten, Rab Teâlâ’dır. Tekrar akıl ve kalp, kulluk içindir. Kalp, kulluktaki incelikleri ayarlar. Mide, akla ve kalbe “helâl lokma” ile hakikat yolu gösterir; böylelikle ona “akl-ı selîm”i, “kalb-i selîm”i buldurur. Münasebetiyle Kur’ân’da kalbin bir faaliyeti olan akıldan bahseden pek çok âyet-i kerîme vardır:
“…Kullarımı müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, akl-ı selîm sahipleridir.”[1]
Akıl esrârının sırdaşı âşıklardır. Lisana de kulaktan öbür talep yoktur. Aşkı bulabilmek için akla gereksinim vardır, lakin akıl sonludur. Hudutlu bir akılla, sınırsız olana ilerlenemez. O vakit, aşk yollarına vâsıl olmak için hudutlu olanları bırakmak gerekir. Aşk ile îman birleşince akıl gerekeni yapar. “Muhabbetullâh”ın parıltısı varsa, aklın da parıltısı vardır; o da âlâ ile kötüyü ayırt etme farkıdır. Bu parıltı, mânevîdir ve yalnız akılla bulunur. Fakat akıl, nefsin sultasına girerse, o vakit helâk olur. Burada bize şu duâyı yapmak yakışır:
“Rabbimiz; değiştirebileceğimiz şeyleri yapabilmek için bize cesaret, değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etmek için sabır ile sükûnet ve bu ikisini ayırt edebilmemiz için bizlere akıl ve firâset nasip et.” Âmîn.
HZ. MEVLANA’NIN TEVAZUSU
Mevlânâ Hazretleri eşsiz bir tevâzû ile; “Hayatım yanlışlarla dolu olarak geçti, gitti. Belli bir olgunluğa erişemedim.” derken âdeta bizim kusur ve kusurlarla bezeli hayatımıza dikkat çeker. Yeniden, “Günler; gamlarla, ihmallerle gitse, zaman tükenip ömür hebâ olsa bile bir uyanma olduysa, sonunda birlik denizine, aşk havuzuna girdinse öyle geçen günlere bile helâl olsun.” der.
“Artık mâzîdeki hâtıralarıma ne gam duyayım, onlar için niçin tasaya düşeyim? Fânî olan geçip gidecektir. Önü ve sonu olmayan ölümsüz, sen kal; kal ve benimle ol, bana O yeter.” derken; bu ortada “zaman” üzere mücerret bir kavram içinde mâzîyi hâtıra, geleceği ufuk olarak görür. O an içinde yaşadığımız vakti ise mâzîdeki keyfiyetleri geleceğe aktaran hâliyle kıymetlendirir.
“Zaman kime yâr oldu ki, bana yâr olacak?” diyerek sahip olduğumuz her şeyi bırakıp gideceğimiz bir dünyaya yanlışsız yol alırken bizden hiç ayrılmayacak dosta işaret eder.
Bâkî kalacak O yegâne dost için:
“Sen kal ey Dost! O bana yeter!” der. Ve: “Beni terk etme!” niyazıyla Bâkî olana seslenir.
Susuz beşerler, çokça su içerek suya kanarlar. Ama balık üzere daima suyun içinde olup da bir türlü suya kanamayanlar vardır. Nasıl ki balık sudan çıkınca ölürse, beşerler ortasında da ilâhî sırlar ummânına girenler, motamot balık üzere oradan çıkmak istemezler. Yani nasıl balığın yaşaması için bol su lâzımdır; işte motamot bunun üzere “Muhabbetullâh”a erişebilmek için de ilâhî aşkın ummânında yaşamak gerekir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- günde yetmiş kere istiğfar ederdi.[2] Her kezinde bir mertebe kateder ve her yükselişinde aşağıdaki derecelere bakarak; “Demek ben buralardaydım.” diyerek hayıflanır, yükseldikçe de kendisine açılan doyumsuz sır kapılarında kaç ilâhî tecellîlere mazhar olurdu.
TASAVVUFTA EN SON MERTEBE
Tasavvufta en son mertebe, Allah -azze ve celle-’ye ulaşmaktır. Bu dereceye zühd, takvâ ve muhabbet ile erişilebilir. Ruhsuz yapılan şeylerin şahsa pek yararı olmaz, lakin aşkla yapılan şeyler değerlidir. Aşk ile dağlar yerinden oynar. Aşkı kalbimize duâ üzere ekmeliyiz. Tabi, böylesi aşka ulaşmak için, çok çeşitli merhalelerden geçmek gerekir. Varlığın mayası aşktır. Aşk kişi için bir lûtuftur. Fânî olan şeylere duyulan sevgi, aşk-ı mecâzîdir. Aslında her şey fânî, tek aşk bâkîdir. Dünyaya gönül veren, mâneviyattan nasiplenemez., Kâinâtın Sâhibi’ne duyulan aşk-ı gerçek, en büyük lezzettir.
Kötülükten, pislikten, günahlardan temizlenmeyen; aşkı bulamaz. Aşk yolunda ilerleyemeyenler, benlik sahibi olanlardır. “Ben” dersen, aşkı yakalayamazsın. Berbatlıktan, hırstan, kibirden kalbi temizlemek isteyen, aşkı bulabilir. Her varlığın özü aşktır. Aşk, gönül sayfasına yazılanlardır. Mevlâna Hazretleri der ki:
“Hayatta tek ölümsüz olan şey, aşktır. Aşk, kāl işi değil, hâl işidir. Kalem her şeyi yazdı, çizdi, ama aşka gelince çark etti, kaldı. Herkesin aşkı, değer verdiği şeye göre ölçülür.”
AŞK NEDİR?
Hazret-i Mevlânâ’ya sorarlar:
“-Aşk nedir?” diye… O da cevaben:
“-Ben ol da gör!” der.
“Allah’tan diğer bir temâşâsı bulunan aşk, aşk olamaz; o saçma sapan bir sevda olur. Allah -celle celâlühû- için ağlayan göz, ne mübarektir! O’nun aşkıyla yanıp kavrulan yürek, ne mukaddestir! Bizim Peygamberimiz’in yolu, aşk yoludur. Biz aşkın çocuklarıyız. Aşksız olma ki, meyyit olmayasın. Aşkta öl ki, canlı kalasın. Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim daima O’dur. Tek mâbud fakat Allah -celle celâlühû-’dur. Bağ, gül, semâ, sevgili… Hepsi mazeret, gaye sürekli O -azze ve celle-’dir. Aşk geldi, damarımda, derimde kan kesildi. Beni kendimden aldı, Sevgili’yle kapladı. Benden kalan yalnız bir isim, ondan ötesi daima O…”
Âh mine’l-aşk!
Dipnotlar:
[1] ez-Zümer, 17-18; ayrıyeten bkz. el-Bakara, 269; Âl-i İmrân, 7; er-Ra‘d, 19; ez-Zümer, 9. [2] Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsir, 47.
Kaynaklar: 1) Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi, (Sadeleştiren: Mehmet Said Karaçorlu), İstanbul, 2007, İz Yayıncılık) 2) Mesnevî-i Mânevî Şerhi-İlk 1001 Beyit, Hüseyin Top, (Konya, 2008, Tablet Yayınları).
Kaynak: Nurten Selma Çevikoğlu, Şebnem Mecmuası, Sayı: 190
İslam ve İhsan