Dolar 27,2158
Euro 28,8352
Altın 1.675,51
BİST 8.304,83
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 26°C
Az Bulutlu
İstanbul
26°C
Az Bulutlu
Çar 25°C
Per 24°C
Cum 24°C
Cts 23°C

Nefsin Mertebeleri Nelerdir? Anlamları ve Zikirleri

Nefsin Mertebeleri Nelerdir? Anlamları ve Zikirleri
Ağustos 28, 2023 2:20 pm
39

Nefsin Mertebeleri Nelerdir?

  • Nefs-i Emmâre
  • Nefs-i Levvâme
  • Nefs-i Mülheme
  • Nefs-i Mutmainne
  • Nefs-i Râdıye
  • Nefs-i Merdıyye
  • Nefs-i Kâmile

 

1. Nefsi Emmare Nedir?

Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne amacı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir.

Nefsin düşkünlükleri ve çok istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir uğraş göstermemek, onun isteklerine tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre düzeyinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.

Aslında nefs-i emmâre, sâhibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Gerçekten bu husûsu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle îzâh eder:

“…Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devâm eden cinâyet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”

Cenâb-ı Hakk’ın:

“Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir.

Diğer taraftan insanın mânevî âlemdeki mevkii itibâriyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. Elbet ki bu türlü bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir. Hakikaten şâir Nev’îzâde Atâî, bu hakîkati şöyle lisana getirir:

Döndü ahlâk-ı zemîme mâre

Şâh-ı mârânı anın emmâre

“Her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. Bu yılanların şâhı da, nefs-i emmâre oldu.”

Bu yüzden akl-ı selîm sâhibi her mü’min, nefs-i emmâre ile dâimî bir cihâd hâlindedir. Bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyân düşünülemez. Çünkü nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan kaç kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsrân ve bedbahtlığına âmil olmuştur. Lakin Allâh’ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnâdır.

Nitekim Mısır sevgilisinin hanımı Züleyhâ ile Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ortasında geçen şu hâdise pek ibretlidir:

Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm-, büyüyüp gelişmiş, hoşluğuyla gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hâli, yaşadığı meskenin hanımı olan Züleyhâ’yı değişik fikirlere sevk etmişti.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir:

“…Kadın, O’nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «–Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(Hâşâ), Allâh’a sığınırım! Zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevkî verdi). Gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmaz!» dedi.”

“Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işâret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhânımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 22-24)

Yûsuf -aleyhisselâm-, Allah Teâlâ’nın lutf u keremiyle mânevî yardımlara nâil olmuş ve böylelikle nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki Züleyhâ’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz âciz kullar da, Cenâb-ı Hakk’a takvâ ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz.

Yüce Rabbimizin, âkıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyâtına ilişkin safhalarından bile kendimizi müdafaamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binâendir. Meselâ, bir erkeğin helâl olmayan bir bayana şehvetle bakması, zinâya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Öteki bütün mezmûm fiiller için de durum birebirdir.

Hakîkaten bu vak’a, büyük ibretlerle doludur. Çünkü ebedî kurtuluşa bir bedel kararındaki dünyevî imtihanları sıkıntı ve şiddetli kılan pek çok öge, burada âdetâ üstüste çakışmıştı. Şöyle ki:

Yûsuf -aleyhisselâm-, hoşluğu lisanlara destân olacak kadar alâka cazip, melek üzere bir genç idi. Hoşluğu karşısında bayanlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şâyet Yûsuf -aleyhisselâm-, yakışıksız ve şehevî hisleri körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar güç, ne de bu hâdise bu kadar irşâd edici olabilirdi.

Buna karşılık Züleyhâ da, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şâhikasında bulunuyordu. Şâyet Züleyhâ da yaşlı yahut berbat bir bayan olsaydı, tekrar Hazret-i Yûsuf’un imtihânı bu derece güç olmaz ve bu hâdise, bu kadar müessir bir misâl teşkil etmezdi. Hâlbuki o da gençti, cemâl sâhibiydi ve pek çok kimseyi kendisine râm edebilecek bir câzibeler meşheri hâlindeydi. Üstelik odanın kapısını da sıkı sıkıya kilitlemişti. Böylelikle zımnilik ve tenhâlığın, günâhları daha da kamçılayan hengâmında, Hazret-i Yûsuf’a şiddetli bir istekle:

“–Heyte lek!” yâni “–Gelsene bana!” diye seslenerek, yakışıksız bir fiile teşebbüs etmişti. Direnç göstermekte kaç irâdeleri eritebilecek bu türlü bir görüntü karşısında, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bile oldukça güç bir vaziyette kaldığını Büyük Rabbimiz:

“Şâyet bürhânımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyânıyla tabir buyurmaktadır.

İşte Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen epey dehşetli câzibelerin aldatmalarına kanmamak için “maâzallâh” diyerek, yegâne devanın yüksek bir takvâ ile “Allâh’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvânın bir zarûret olduğunu göstermektedir. Yâni, nefs-i emmârenin şiddetli isteklerine direnebilmek, fakat takvâ hislerinin kuvvetlenmesi sâyesinde mümkün olabilmektedir.

Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, hoşluk, servet üzere her türlü câzibe ögesine sâhip bir bayandan, üstelik tenhâlıkta gelen dâvet ve iltifâta “hayır” diyebilmektir.

Nitekim Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o çetin gününde, Allah Teâlâ’nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:

“Güzel ve mevkî sâhibi bir kadının berâber olma isteğini, «–Ben Allah’tan korkarım.» diyerek reddeden genç…” olduğunu söz buyurmuşlardır. (Buhârî, Ezân, 36)

Zîrâ insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini koruma etme gücünü kaybetmesidir. Lâkin Hazret-i Yûsuf’ta bu olmadı. Çünkü, takvâsı ve terbiye edilmiş nefsinin kâmile makâmında olması sebebiyle, ilâhî sıyânet onu korudu. Nefs-i emmârenin desîseleri karşısında onu güçlü kıldı.

İbrete şâyan öbür bir konu da şudur:

Züleyha, isteğine tâbî olmadığı takdirde Hazret-i Yûsuf’u zindan ile tehdîd etmişti. Hâlbuki Yûsuf -aleyhisselâm-’ın arınmış nefsi ona takvâyı ilham etmekte olduğu için o:

“Ey Rabbim! Zindan, onların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti.

Ayrıca O’nun Cenâb-ı Hakk’a ilticâsında:

“Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden câhillerden olurum.” diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek dermanı olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takvâ nişânesiydi.

Bu da gösteriyor ki, insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevî câzibelerin “heyte lek” (gelsene bana) dâvetlerine direnç edebilecek yegâne güç, o anda kalbin “maâzallâh” diyerek sonsuz kudret sâhibi olan “Allâh’a sığınabilmesi”dir.

Nefsi Emmareden Kurtulmak İçin
Kur’ân-ı Kerîm’de nefs-i emmârenin âfetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takvâ olduğu bildirilmektedir. Yeniden şanlı kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin hakîkatini gösteren bir vâkıa da şöyledir:

Mûsâ -aleyhisselâm-’a Tûr-i Sînâ’da peygamberliği bildiri edildi ve müteâkıben:

“«–Asânı at!..» (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «–Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nidâ olundu.” (el-Kasas, 31)

Azîz ve Celîl olan Allah, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, kudretini o asâda göstermişti. Mûsâ -aleyhisselâm- da, asâ vâsıtasıyla Allâh’ın kudreti ile ünsiyet etti. Allah, O’nu peygamber olarak tâyîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve kimi mükellefiyetler verince, O’na hitâben şöyle buyurdu:

“–Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” (Tâhâ, 17)

Mûsâ -aleyhisselâm- da:

“–O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.” (Tâhâ, 18) formunda yanıt verdi.

Bunun üzerine Allah -celle celâlühû-:

“–Yere at onu, ey Mûsâ!” (Tâhâ, 19) buyurdu.

Hazret-i Mûsâ, derhal buyruğu yerine getirdi:

“Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Tâhâ, 20)

Bunu gören Mûsâ -aleyhisselâm- kaçmağa başladı. Lakin:

“Allâh buyurdu: «–Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»” (Tâhâ, 21)

Bazı müfessirler, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsını yere atması ile ilgili âyetin işârî açıklamasında, bunun Hazret-i Mûsâ’nın iç dünyâsına ilişkin bir irşâd sadedinde olduğunu beyân etmişlerdir.

Mûsâ -aleyhisselâm-, izâfetleri, yâni fânî alâka, destek ve barınakları zikredince, Allah -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti.

Nefs ve nefse ilişkili olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. Mûsâ -aleyhisselâm-’a nefsin hakîkati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. O’na işârî olarak âdetâ şöyle denilmiş oluyordu:

İlginizi Çekebilir   Büyük Hatme Nedir? Büyük Hatme Nasıl Yapılır? Hatme Adabı..

“–Ey Mûsâ, işte bu yılan, Allah’tan öbür şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sâhibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.

Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şeyin var olması, nasıl gerçek ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için diğer yararlar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda birinci adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!”

Buyrulur ki:

“Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allâh’ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desîselerinden sıyrılır.”

Cahil ve Gafil İnsanlar
Şu fânî hayal âleminin beş dakîkalık uydurma lezzetleri uğruna, gerçek saâdeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşüren de, yeniden nefs-i emmâredir.

Nefs-i emmâreyle mâlul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler önünde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrâfındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, palavra, dedikodu ve mâlâyâni ile meşgûliyetten âdetâ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. Böyleleri, kısacık dünyâ hayâtının fânî ve nefsânî lezzetleri uğruna cennet ve Cemâlullâh’ı, ebedî saâdet ve selâmeti terk edecek kadar akıl, idrâk ve iz’ânı dumûra uğramış, kalb gözleri perdeli, bilgisiz ve gâfil insanlardır.

Nefs-i emmârede rûh-i sultânî, büsbütün rûh-i hayvânînin esîri hâline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hâkim olmuştur.

Bu üzere kimseler hakkında âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gâfiller onlardır.” (el-A‘râf, 179)

Böyleleri, dehşetli gaflet tuğyânı içinde hâlâ Allâh’ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devâm ederler. Cenâb-ı Hakk’ın azâbından emîn olmuş üzere:

“–Canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! Nasıl olsa birgün tevbe ederim!” fikri içinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.

İşte bu ve gibisi niyetler, aslında, günahların çarçabuk irtikâb edilmesini sağlamak ve bunu olağan göstermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın îkâzı ne büyüktür:

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman, 33)

Diğer taraftan, nefs-i emmâre gafletine dalmış kimseler, âhiretlerini kurtaracak hayır ve hasenât işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinâb etme konusunda ise kayıtsızdırlar. Şâyet hasbe’l-kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp ebediyen bununla övünürler. Kendilerinden zuhûr eden kötülüklerden vakit zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedâmet, onların hâl ve hallerinde iyi bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten yoksundur.

Bu mertebedeki bir mü’min, tedâvîye muhtaç bir hasta üzeredir. Onun nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i levvâmeye geçebilmesi için, mânevî tedâvîde tâkib etmesi gereken en önemli metot ise, kendini önemli bir sûrette hesâba çekmektir. Kul, azamet ve celâl sâhibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suâlleri, mahşerdeki hesâbı, cehennemdeki şiddetli azâbı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. Lakin tevbe esnâsında kul, Cenâb-ı Hakk’a münâcâtını, yalnızca kelamla değil kalben de pişman olup büyük bir içtenlikle îfâ etmelidir. Lisan tevbe ederken, fırsat düştüğünde yeniden o günahı sürece dileği kalbde hâkimse, bu tevbe makbûl olmaz. Tersine bu, münâfık tevbesidir ve hattâ tevbeye muhtaç bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip öbür taraftan da günahlara devâm etmek, tevbe ile ilticâ edilen makâmı hafife almak ve onunla istihzâ etmektir. Tevbe, sahiden pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dilemektir.

Diğer taraftan kul, nefs-i emmâreden kurtulmak için en azından zorunlu olan şer’î ahkâma riâyet ederek kelime-i tevhîdin rûh ve hakîkatinde derinleşmeye çalışmalıdır. Kalbde âdetâ bir put hâline gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesler, daha “Lâ ilâhe” derken nefyedilip, Allah’tan gayrı bütün maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış yerinde “İllâllâh” hakîkatini sâbitleyip, gönlün sırf Allâh’a mahsus kılınmasına çaba edilmelidir. Bu biçimde kul, acziyet ve hiçliğini idrâk ederek îmânında taklidden tahkîke hakikat terakkî etmeye çalışmalıdır. Îmânın kalbde gerçek mânâda yer bulup kuvvet kazanması ise, kulu sâlih amellere ve sonuçta ulvî mevkîlere sevk eder.

 

2. Nefsi Levvame Nedir?

Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesâba çekip, onun berbat hâl ve hareketlerinden kurtulmak için çaba gösterenler, nefs-i levvâmeye yanlışsız ara alırlar.

Böyle kimseler, nefs-i emmâredeki üzere “nasıl olsa Allâh affeder” kanısıyla avunma gafletinden nisbeten arındıkları için, kendilerini tesellî edemezler. Bu sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfâr ederler. İlmiyle âmil olamadığı için pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gözyaşı döküp tevbe-istiğfâr ettikten sonra tekrar birebir kötülüklere dönenler de bu sınıfa dâhildirler.

Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın buyruk ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdânı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin kimilerinden tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah isteği azalmıştır. Fakat bu hisler gereğince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz.

Rûh-i sultânî, hayvânî rûhun esâretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların çabucak akabinden pişmanlık zuhûr eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Lakin nefs, şimdi mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz. Bu türlü kimseler, kötülüklerden vicdânen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen olumsuz etkileri reddedebilecek dirâyet şimdi kendilerinde gelişmediği için günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla birlikte günâha dalmak üzere…

Böyleleri, ekseriyâ yaptığı hasenât ile mesrûr, işlediği seyyiât ile de mahzundur. Şehevî dileklerin taşkınlıklarından kendini müdafaaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır. Tevbe temâyülleri kuvvetlenmiştir. Kalbi bir ölçü nurlanmış ve o ölçüde de gafletten uyanmıştır.

Böyle kimselerin, Allah Teâlâ’nın buyruklarına bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri ekseriyetle Allâh içindir. Fakat ilâhî ilhâmların bahşettiği huzûr ve sükûna tam mânâsıyla kavuşamadıklarından, Allâh için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin birtakım makûs huyları devâm etmekte, lakin kul bu hâlinden ötürü kendini kınamaktadır.

Nefsin vâsıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki:

“Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim…” (el-Kıyâme, 2) âyetinden gelmektedir.

İnsanın kendi nefsini levm etmesi, yâni onu şiddetle kınaması, yalnızca kuru sözlerle vukû buluyorsa, bunun umulan netîceyi hâsıl etmeyeceği âşikârdır. Çünkü “levvâme” ve “emmâre” mertebeleri ortasında pek hassas ve ince bir hudut vardır. Kişinin, nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle içinde bir kibir hâli beliriyorsa, orada hâlâ bâtın de olsa nefs-i emmârenin hükümranlığı devâm ediyor demektir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Andolsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (Zîrâ) Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16) buyurmaktadır.

Bu prestijle insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmârenin kapalı desîselerinden ve kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinâb etmelidir.

Çünkü kimi beşerler, fıtratlarının bir îcâbı olarak değil, kendileri hakkında “mütevâzî” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı niyetiyle mütevâzî bir hal takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyâkâr hâl, aslında “tevâzuun fahrı”ndan[1] ibârettir.

Tevbede sebatkâr olup berbat fiillerden arınabilmek, lakin mânevî terbiye ile mümkündür. Levvâme mertebesindeki nefs, şâyet mânevî terbiye altında ve sâlihlerle birlikte bulunuyorsa, berbat fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar dönmez. Lakin kalbde kin, hased, kibir üzere birtakım makus huylar kalır.

Levvâmeden kurtulup mülhemeye geçiş, yeniden mânevî terbiyenin önemli bir tarzı olan “râbıta”ya devamla olur. Yâni her hâl ve halde haramlardan sakınmak ve ilâhî buyruklara riâyet etmek üzere, kendisine kelam verdiği ve mânevî terbiyede rehber bildiği mürşid-i kâmilin, mânen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve bu gönül berâberliği hisleriyle hareket etmelidir.

Nefsini sürekli hesâba çekmeli, kendisinde hangi berbat ahlâk varsa bunların herbirini tedricî bir sûrette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu makûs huyların aksisi ve mukâbili olan hoş ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır. Meselâ kibre mağlûb biriyse, tevâzû ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasedle mâlul biriyse, mü’min kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların kusurlarından evvel kendi kusurlarıyla meşgûl olmalıdır. Mü’minin mü’min için bir ayna olduğunu, berbat gözle baktığında berbatlıklar; uygun gözle baktığında ise hoşluklar göreceğini düşünmeli ve nefsini, din kardeşlerinin hoş taraflarıyla meşgûl etmelidir.

İlginizi Çekebilir   Gavs Ne Demek? Gavs Kime Denir? Gavs Hakkında Bilgiler

Yine bu mertebede zikrullâha devâm edip mâsiyete karşı âgâh bulunmalı ve kalb âlemini muhabbetullâh parıltılarıyla aydınlatmaya uğraş etmelidir.

3. Nefsi Mülheme Nedir?

Nefs-i emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye yükselen mü’min, bu merhalede de tevbe, istiğfar, günahlardan sakınmak, mânevî irşâda gönül vermek ve kimi nefs mücâhedeleriyle mülheme mertebesine vâsıl olur.

Bu mertebede kul, Allâh’ın lutfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebilme ve şehevî hislerinin aşırılıklarına direnebilme dirâyetine kavuşur. Kalbi Allah’tan gâfil kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden çok, Hak katındaki mevkiinin telaşıyla dolar. Îmânın hakîkatleri kalbde inkişâf hâlindedir.

Nefsin bu mertebesinin “mülheme” tâbiriyle tabir olunması da Kur’ân-ı Kerîm’deki:

“Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücûr ve takvâsını ilham edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) âyetlerinden gelmektedir.

Nefs-i mülheme, ilhâma mazhar olan nefstir. Nefsin bu merhalesini yaşayanlar, ilâhî buyruk ve yasaklara güzelce riâyet rahmetiyle, ledünnî hakîkatlerden, beceri ve keşiften de bir nebze nasibdâr olmaya başlarlar. Kul, aşk ile rûhlar âlemine müteveccih bir hâle gelir, taraf-ı ilâhîden birtakım ilhâmlara ve kısmen Rabbânî esintilere mazhar olacak bir kıvâma ulaşır. Lâkin bu ilham esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek için, bir mânevî rehberin denetimine mutlak sûrette muhtaçlık vardır.

Zîrâ girilen mücâhedede nefs mağlûb durumda ise de, tekrar boş durmayıp rûh-i sultânîyi gâlip mevkiinden düşürmek için zımnî hîle ve vesveselerle kalbi meşgûl etmeye devâm eder. Bu sebeple mülheme mertebesindekilerin Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyetleri, kâmil mânâda değildir. Yâni zâhirî ve fiilî kemâlât, şimdi bâtında gerçekleşmemiştir.

Kötü ve nahoş huylar, birden fazla kere fiiliyâta geçmese de hâlâ mevcuttur. Zâhirî sebep ve illetler âleminden hakîkat iklîmine şimdi geçilememiş ve bu sebeple de tereddüt, kuruntu, gönül darlıkları, vehim ve ihtiraslar büsbütün atılıp, teslîmiyetin huzur ve saâdetine kavuşulamamıştır. Gönüller, geçim ve ikbâl tasaları üzere çeşitli tûl-i emellerle muzdariptir. Bugünün rızkına nâil oldukları hâlde yarınki rızıkları için telaş duyarlar. Zâhiren Cenâb-ı Hakk’ın “Rezzâk” sıfatını kabul ederlerse de tahminen farkında olmaksızın, kalben duydukları tasayla bu sıfat-ı ilâhiyyeye îtimatsızlık mevkiinde kalabilirler. Bu ve gibisi başka hâllerde de; Allâh’ın takdîrine istek, O’na teslîmiyet ve tevekkül, -henüz kalben ve tahkîkî olarak gerçekleşmediğinden-, sûretâ ve taklîdî bir formda îfâ edilmektedir.

Yine bu merhalede, nefsin dilek ettiği şeyleri terk edip, istemediklerini yapmak sûretiyle, nefs terbiyesinde bir nebze muvaffak olunmuştur. Lakin rûh-i hayvânî mağlûb olmuşsa da rûh-i sultânîden kaynaklanan pak huylar ve hoş ahlâk şimdi tam olarak yerleşmemiştir.

Bunun yerleşmesi, yalnızca nefsin hoşlandıklarını terk edip hoşlanmadıklarını yapmakla, yâni yalnızca riyâzet ve mücâhede ile mümkün olmaz. Bunlarla birlikte “zikrullâh”a da muhtaçlık vardır. Ama kalb, dünyevî tasa ve ihtiraslarla meşgûl bulundukça, zikrin safâsına ve sonuçta itmi’nâna eremez. Zikrullâhın, âdâbına riâyetle îfâ edilebilmesi için de ehlullâhın mânevî irşâd ve rehberliğine muhtaçlık vardır.

Ne vakit ki kul, bir tedâvî ve telâfî gayesiyle değil de, derin bir zevk ve lezzet hâlinde, aşk ve vecd içinde Rabbini zikretmeye başlarsa, o an zikrin gerçek safâsına nâil olur. O vakit Rabbânî ilhâmlarla kâinâtın sırlarına vâkıf olur, orada sergilenen ilâhî kudret akışlarına hayran kalır ve gönlü mutmain olur.

Cenâb-ı Hakk’ın:

“(Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.” (en-Nahl, 125) buyruğundan pay almaya başlar, kelamları hoş ve hikmetli olur. Zira o, artık ilhâma mazhar olmuş bir kuldur.

Bu minvâlde aralık alındıkça da hayvânî rûh, yâni nefs, sultânî rûhun buyruğuna râm olmaya ve bu sâyede de süflî temâyüllerin iğvâsından kurtulmaya başlar. Müsâmaha, sabır ve tahammül gücü artar; tevâzû, kanaat ve cömertlikte yüksek bir düzey kazanır.

Ancak bu mertebenin âfeti de, “bir şey oldum” zannına kapılarak gaflet ile kibir ve ucuba sürüklenivermektir. Bu sebeple mülhemedeki bir mü’min, hep ilâhî müşâhede altında bulunduğunu bilip, hâl ve hallerini tevâzû ve fânîlik hisleriyle tâyin etmelidir. Öte yandan dünyâ hayâtını âhiret fikrinden gâfil olmaksızın mütâlaa edebilecek bir görüş ufkuna ulaşarak, tefekkür-i mevt olgunluğuna bürünmelidir.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyâya karşı zâhid kılar. Eğer siz zenginken onu anarsanız, zenginliği(n âfetlerini) giderir. Fakirken onu anarsanız, hayatınızdan hoşnûd kılar.” buyurmuştur. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47)

Nefsi bu mertebeye erişmiş olan bir sâlik, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:

“Hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekin. Henüz ilâhî terâzide tartılmadan önce amellerinizi bir tartın. Hiçbir amelinizin kendisine gizli kalmayacağı Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmadan evvel, o büyük mahkemeye hazırlanın. Şüphesiz dünyada iken nefsini hesaba çeken kimse için kıyâmet günündeki hesap hafif olacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459; İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) nasîhatlerinin muktezâsını yaşama azmi içinde bulunmalıdır.

4. Nefsi Mutmainne Nedir?

Cenâb-ı Hakk’ın buyruklarına lâyıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, gerçek ve kuvvetli bir îman ile de huzûr, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefstir. Kalb, zikrullâh rahmetiyle kuşku ve tereddütlerden arınmış, her an şükür ve senâ hâlindedir.

Bu mertebede makûs ve nahoş vasıflar, yerini hoş ahlâka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda tepeyi teşkîl eden ve bütün beşeriyyete numûne olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek ahlâkı, târifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül, teslîmiyet ve istek ile taçlanmıştır. Mutmainne, ârif-i billâh olan, takvâ ve yakîn ehlinin nefsidir. Bu türlü kimselerin gönülleri hep Hakk’ın zikriyle meşgûldür. Ahkâm-ı şer’iyyenin bâtınına da vâkıf olmuşlardır.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:

“Nefs-i mutmainneye kadar yapılan ibâdetler ve kulluk taklidîdir. Nefs-i mutmainnede ise bunlar taklidden tahkîke dönüşür.” buyurmuştur.

Kullukta tahkîke yükselmek ise şeriat, tarîkat, hakîkat ve beceri sıralamasındaki “hakîkat mertebesine” vâsıl olmak demektir. Erişilen bu kemâlât, mes’ûliyet anlayışında da yüksek bir hassâsiyeti berâberinde getirir. Şöyle ki, şer’an âkıl-bâliğ olmayanlar, dînin kararlarından mes’ûl sayılmazlar. Mes’ûliyet lakin âkıl-bâliğ olanlara âittir.

Bunun üzere, tasavvufî yollardan birine intisâb eden bir sâlik de, seyr ü sülûkünü tamamlayıncaya kadar, temiz bir çocuk üzere kabul edilerek tarîkat âdâbına dâir kusurları cihetiyle hoşgörülür. Çünkü tarîkatte sâlik, fakat seyr u sülûkünü tamamladığı anda “rüşd”e ermiş sayılır. Artık, şeriat üzere tarîkat âdâbına dâir işlediği kusurlardan da mes’ûl olur. Fakat “hakîkat” cihetine dâir kusurlarından şimdi mes’ûl sayılmaz. Bu mes’ul olmama durumu, mutmainne mertebesine adım atınca mes’ûliyete dönüşür. Çünkü mutmainnede “hakîkat” cihetiyle de rüşde ermiş olur.

Bu sebepledir ki şeriatte mübâh olan birtakım şeyler, tarîkatte küçük günah üzere telâkkî edilir. Tarîkatte küçük günah olan şeyler ise, hakîkat ve beceride büyük günah üzere önemli ve önemli addedilir.

Meselâ şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakîkatte, kifâyet ölçüsünü Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır. Beceride de, bütün bunlara ilâveten nîmetlerdeki ilâhî tecellîleri görmeden yemek israftır. Çünkü Cenâb-ı Hak her şeyde kendi varlığına bir işâret sunmaktadır. Öteki bütün konularda da durum bunun üzeredir.

İşte nefs-i mutmainne, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîk ve inâyetiyle hakîkat, sekînet ve yakîne[2] kavuşarak, ıstırap ve kaygılardan kurtulmuş, kimi keşf ve ilhâmlara da nâil olmuştur.

Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri ayne’l-yakîn mertebesinde müşâhede hâlindedir. Yâni kalb, tereddüt ve kuşkulardan arınmış, gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi’nân ve huzûra ermiştir. Bu hâle erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zâhiren ve hem de bâtınen tereddütsüz olarak kabul edip hoş bir biçimde îfâ eder. Üstelik bu kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının zıddını sav etseler, onda en ufak bir tereddüt hâsıl edemezler. Zira o, maddî ve mânevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.

Böyleleri, îmanları uğruna hiçbir zahmet ve çabadan korkmazlar. Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan Firavun’un sihirbazları da, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan gördükleri apaçık mûcize karşısında mutmain bir gönülle Allâh’a îman etmiş ve îmândaki kararlılıklarını canları kıymetine koruma etmişlerdir. Zâlim Firavun’un, îmânlarından dönmedikleri takdirde el ve ayaklarını çaprazlama kestireceği ve kendilerini hurma ağaçlarına astıracağı tehditlerine bile aslâ aldırış etmemiş:

“…Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 125-126) diyerek büyük bir îman heyecânı içinde canlarını seve seve fedâ etmişlerdir.

İlginizi Çekebilir   Abdulhalık Gücdüvani Hazretlerinin Vasiyeti..

Zîrâ bu makâmda gözleri perdeleyen beşerî kesâfet kötü bulup, latîf hislerle hakîkat parıltısı zuhûr etmiş olduğundan:

“Ey itmi’nâna ermiş (itaatkâr) nefs!” (el-Fecr, 27) formundaki iltifatkâr hitâb-ı ilâhîye mazhariyet nasîb olmuştur.

Görüldüğü üzere, mutmainneden aşağı derecedeki nefisler, ilâhî iltifâta lâyık olamamışlardır. Fakat itmi’nâna ermiş olan nefs-i mutmainne ve daha üst mertebedeki nefisler buna mazhar olabilmektedirler. Bu iltifâta lâyık olabilmek ise önemli bir cehd ve uğraş sarfedip, nefsi itaat altına almakla mümkündür.

Mutmainneye nâil olan bahtiyar kullar, sırasıyla râdıye, merdıyye ve kâmile denilen üç ulu mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, muvaffakıyetleri nisbetinde bunlarla Hakk’a yakınlık ve vuslatın doruğuna ererler.

5. Nefsi Radiye Nedir?

Dâimâ Hakk’a yönelmek sûretiyle Allâh ile birlikte olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve kararına râm olarak Rabbinden râzı ve hoşnud hâle gelmiş olan nefstir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi irâdesinden vazgeçip Hakk’ın irâdesinde fânî olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’deki:

“Sen O’ndan, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (el-Fecr, 28) âyetindeki “Sen O’ndan râzı olarak” kararının bu makâma işâret ettiği beyân olunmaktadır.

Bu istek hâli, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu konuda O’nun irâdesini cân u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden noksanlaştırmakla imtihân edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

Bu âyet-i kerîmede söz buyrulan “sabredenler” zümresinden olabilmek, lakin Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine -velev ki o takdîr, umulduğu ve beklendiği üzere tecellî etmese bile- râzı olmak ve aslâ isyâna düşmemekle mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî irâdenin hayır yahut şer olarak tecellî eden bütün kazâ kararlarına tereddütsüz teslîm olup istek gösterenlerin, aslâ şikâyet etmeyenlerin makâmıdır.

Bu makâmın imtihanları evvelkilere nisbetle daha ağırdır. Çünkü insan mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Hakikaten Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mâruz kalır.” (Tirmizî, Zühd, 57)

İnsan, lakin nefs pürüzünü aştıktan sonra, iptilâ ve meşakkatlere lâyıkıyla sabır gösterebilecek ve onları verene karşı râzı olabilecek bir dirâyete erişir. Bunlar, mâneviyat yolunun cilveleridir. Onun için büyük mükâfâtlar, sürekli büyük direnç, sabır, sebat ve tahammüllerin akabinde gelir.

Bu mertebedeki mü’minlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir. Çünkü dünyâya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve acıları onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır yahut şer, her ne takdîr olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.

Aşağıdaki şu mısrâlar, bu hâli ne hoş söz eder:

Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül, yâhud diken!

Ya hil’at ü yâhud kefen

Kahrın da beğenilen, lutfun da hoş!

Büyük Hatme Nedir? Büyük Hatme Nasıl Yapılır? Hatme Adabı..

Gâyet çarçabuk söylenebilen şu kıtadaki gerçeklerin yaşanmasındaki büyük zahmet, âlâ kavranmalı ve takdîr olunmalıdır. Lakin râdıye makâmında gerçekleşebilen bu yahut gibisi kelamları, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak yahut taklid hevesiyle, vaktinden evvel ve fütûrsuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Çünkü bu takdirde onlar birer sav mâhiyetini taşırlar ki, Cenâb-ı Hak kulunun söylediği bu kelamda samimi olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur!

Râdıye makâmındaki bir kul, esrâr-ı ilâhîye muttalî olmaya başlar. Vahdet-i ilâhîyi kâmil mânâda idrâk ederek, mânâ âlemindeki kemâlâtı müşâhedeye nâil olur. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının özel tecellîlerine mazhariyetle şereflenir. Onun şahsiyeti, hayrın, hoşun ve doğrunun feyyâz bir menbaı hâline gelir. İlâhî buyruk ve yasaklara huzûr ile ittibâ eder. İbâdetler, hâlisâne ve Allâh için îfâ edildiğinden, aslâ yorgunluk vermez. Çünkü yorgunluk veren ibâdetlerin içyüzünde, ya mertebeler aşmak ya da kerâmet ve keşfe nâil olmak yahut buna benzeri niyetler vardır. Bir kimse bu türlü emeller peşinde olursa, o emellerle kendi kendisinin yolunu tıkamış ve bütün emeklerini boşa harcamış olur. Bu türlü olunca da zikri ve fikri unutturan bir yorgunluk belirir. Bunun için, seyr u sulûkün başından sonuna kadar Allah isteğinden öbür hiçbir emel beslenmemelidir.

Hak Teâlâ, biz kullarına şah damarımızdan daha yakındır. Önemli olan bizim de bu yakınlığı idrâk ederek Rabbimizin yakınlığına nâil olabilmemizdir. Cenâb-ı Hak kullarından râzı olur. Kâfi ki, kulları da O’nun yolunda çaba etsin, O’nun takdîr ve kazâsına istek göstersin, muhâtab olduğu ilâhî imtihan tecellîlerini olgunlukla karşılayabilsin ve O’ndan râzı olsun.

6. Nefsi Merdiyye Nedir?

Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün füyûzâtından istifâde edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk’ın da onlardan râzı olması îcâb eder. Yâni kulun Allah’tan râzı olması yetmeyip, kâmil bir terakkî için Allâh’ın da kulundan râzı olması gerekir. Başka bir sözle Hak’tan isteğimiz, O’nun ulu isteğine mazhar olabilecek bir kıvam ve hoşlukta olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdirde “merdıyye” sıfatı Allâh’a râcî olmasına karşın, kulun bunu temine medâr olan amelleri rahmetiyle bu makam kula da izâfe edilmiştir. Buna nazaran râdıye, Allah’tan râzı olanların; merdıyye ise Allâh’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın şahsen râzı ve hoşnûd olduğu bir nefs olan merdıyyede makûs huylar yok olmuş, hoş huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. O denli ki; Yaratan’dan dolayı yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet, cömertlik, affedicilik ve hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mü’min, nefsini en hoş bir halde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır.

Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allah’tan gelen kahır yahut lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği istek rahmetiyle ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî istek ile müjdelenerek kendisine cennet hil’ati giydirilmiştir.

 

Yukarıda da zikredilen:

“Sen O’ndan, O da senden râzı olarak dön Rabbine!” (el-Fecr, 28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı olarak” kararı, bu hâli söz etmektedir.

Ayrıca Beyyine müddetinin 8. âyetindeki:

“…Allâh onlardan hoşnud olmuş, onlar da Allah’tan hoşnûd olmuşlardır…” beyânı da bu hakîkatin öteki bir sözüdür.

Bu hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allâh’ın müsaadesiyle birtakım gaybî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak; istek, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle bu türlü kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan lisanı, tutan eli… olur. Onların hâline, kâline ve hoş ahlâkına etki kuvveti ihsân eder.

Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede ettiği kemâlât tecellîlerini, artık şahsen nefsinde tatmakta ve o hâllerle hâllenmektedir. Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve istek üzere hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.

Peygamberlerin büyük ahlâkından bu hoş hâllere dâir birkaç misâl şöyledir:

Hazret-i Yâkûb -aleyhisselâm- üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir.” (Yûsuf, 18) diyerek beyân eder.

Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm-, hanımının; “Rabbine duâ et de bu muzdarip hâlin son bulsun.” halindeki talebine:

“–Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim.” mukâbelesinde bulunmuştur.

İbrâhim -aleyhisselâm- da ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:

“–Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!” buyurmuştur. (Bkz. Ahmed, Zühd, s. 80; Taberî, Târîh, I, 242; İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 99)

Aslında nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibâret olmakla birlikte, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler itibâriyle bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile yahut nefs-i sâfiye denir.

7. Nefsi Kamile Nedir? Nefsi Safiye Nedir?

Nefs-i kâmile, tezkiye sonucunda arınmış, sâf, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Bütün beceri sırlarının tahsîl edildiği ve lakin Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, yalnızca çalışmakla elde edilmez. Baht sırrına mebnî, ilâhî bir ihsandır.

Nefs-i kâmileye erişenlere umûmiyetle irşad hizmeti tevdî edildiğinden bu makâma birebir vakitte “irşad makâmı” da denilir. Cenâb-ı Hak, bu makamdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle, insanları gafletten îkaz edici bir etki halkeder. Bu türlü zâtlar, bir fâsık ile görüşseler, o fâsığın hâlini anlar, kalbî hastalıklarının ilâcını, hâl lisânıyla kendilerine bildirirler. Fâsık, şayet kalbi mühürlenmemişse insafa gelir ve pişmanlıkla gafletten uyanır.

Dipnotlar:

[1] Tevâzuun fahrı: Tevâzû vâsıtasıyla övünme. Meselâ, kendini gösterme meyli içinde: “–Ben fakir, âciz, ancak üç günde bir hatim indirebiliyorum.” üzere sözler bu kabildendir. [2] Yakîn: Kesin ve apaçık bilgiyi söz eden Arapça bir sözdür. Yakînde kuşkuya yer yoktur. Kalb, bir şeyin hakîkati konusunda tatmin olmuş durumdadır. Tekrar yakîn, kanıtların ötesine geçip îman kuvveti ile apaçık görmeyi söz eder. Kuşeyrî, yakînin üç türlü olduğunu söyler:

İlme’l-yakîn: Bir şey hakkında habere dayanan bilgidir.
Ayne’l-yakîn: Bir şey hakkında görmek sûretiyle elde edilen bilgidir.
Hakka’l-yakîn: Bir şeyi şahsen yaşamak sûretiyle elde edilen bilgidir.

ETİKETLER:
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.